HABERLER

“Farkımızı Daha Net Bir Şekilde Ortaya Koymalıyız”

İletişim, Yeniden Yapılanma ve Stratejik Planlama Komitesi Başkanı Adnan Dalgakıran, Siyah-Beyaz dünyasını Beşiktaş Dergisi’ne açtı.

İş yerinde ziyaret ettiğimiz Adnan Dalgakıran’ın odasına geldiğimizde ilk önce kapıdaki yazı dikkatimizi çekiyor; “Hakuna Matata”... Svahili dilindeki ve Zanzibar, Tanzanya, Kenya’da yaşayan halkların yaygın olarak kullandığı bu deyim; “Hiç sorun yok” anlamına geliyor... İçeriye girdiğimizde ise, alıştığımız iş adamı ofislerinden farklı olarak, nereye bakacağımızı şaşırdığımız bir dünyayla karşılaşıyoruz. Kızılderililer başta olmak üzere birçok kültüre ait objelerden oluşan sergi salonu gibi Adnan Dalgakıran’ın odası... Röportajımıza geçmeden önce biz de bu objelerin sırrını soruyoruz, ilk olarak: “Uluslararası bir firma olduğumuz için çok seyahat ediyorum. Bu seyahatler sırasında o ülkelere ait, bana o ülkeyi hatırlatacak bir takım objeler alıyorum. Özel hayatımda da, herkes gibi Avrupa’ya değil, Afrika gibi medeniyetten uzak, daha doğal yerlere gitmeyi seviyorum. Özgürlüğüme düşkün bir insanım. Bu nedenle Kızılderililer de özel olarak ilgimi çekiyor. Dünyada bir medeniyet kurulmuş ama o medeniyetlerin kimler yok edilerek kurulduğunun unutulmamasını istiyorum. Çocuklarımı da bu şekilde yetiştirmeye çalışıyorum. Hatta onları önce Afrika’ya, sonra Avrupa’ya götürdüm. Aynı zamanda çok okurum. Hayatın her alanında farklı pencerelerden bakmayı becerebilmeliyiz.”
Bu bilgileri aldıktan sonra Dalgakıran’la röportajımıza başlıyoruz.
 
 
Öncelikle sizi daha yakından tanıyabilir miyiz?
Annem ve babam, aslen Kastamonulu. Daha sonra İstanbul’a göç etmişler. Ben 1962 yılında, İstanbul’da doğdum. Evimiz Beşiktaş’taydı. Benim Beşiktaşlılığım ailemden geliyor. İlk ve ortaokulu Ortaköy’de Gaziosmanpaşa Lisesi’nde okudum. Daha sonra Kabataş Lisesi’ne devam ettim. Okula giderken ve eve dönerken Şeref Stadı’na uğrardık.
 
O zamanki çocuğun gözünden, yaşadıklarınızı anlatır mısınız?
Beşiktaş antrenmanlarını Şeref Stadı’nda yapardı. Çamurlu bir sahaydı. Biz okula giderken, bazen idman olurdu, bazen olmazdı. Yine akşam üzeri de kesinlikle uğrardık. Hatta biz de topu yuvarlardık, zaman zaman top oynardık. Biraz haylaz bir yanım olduğu ve okuduğum okullar da disiplinli olduğu için dengeyi kurmaya çalışıyorduk. O dönem, karda, kışta, yağmurda, çamurda birçok insan antrenmanları seyrederdi. Arada tel örgüler yoktu. Neredeyse futbolcularla iç içeydik. Mesela İnönü Stadı’nda Çarşamba günleri kupa maçları olurdu. Kar yağmasına rağmen beş saat evvelden maça giderdik ve karları temizleyerek tribünde otururduk. Başka bir aidiyet duygusu vardı. Beşiktaş’ın küme düşmemeye oynadığı sezon da böyleydi. Stat her şeye rağmen dolardı.
Futbol bu kadar endüstriyel bir sektör değildi. Futbolcular da, bu kadar profesyonel değildi. Günümüzde bir futbolcu transfer ediyorsunuz, bakıcısı, şoförü, doktoru, koruması falan 10 kişili bir heyetle geliyor. Böyle düşününce o yıllar çok komik geliyor insana. Tuğrullar, Necdetler böyle yaşamıyordu. Ortada devasa bir maddi pasta olmadığı için yönetmek anlamında da günümüzden farklı bir dönemdi.
 
Futbolcularla bu kadar iç içe olan bir çocuk olarak, siz futbolcu olma hayali kurar mıydınız?
Seçmelere geç kaldığım için Baba Hakkı’dan azar işitmişliğim vardır. Tam hatırlamıyorum ama 12-13 yaşımdaydım herhalde. Babama Beşiktaş’ın seçmelerine katılmak istediğimi söyledim. Kardeşimi de alarak yola çıktık. Nihayetinde babam da çalışıyor, zar zor işlerini ayarladı ve geç kaldık. Seçmeler bitmişti. Baba Hakkı, “Beşiktaşlı bir yere gidecekse, zamanında orada olur” diyerek kızdı bize. Bu şekilde seçmelere giremedim ve futbolcu yerine iş adamı oldum. O gün seçmelere yetişseydim, belki şu anda televizyonda yorumculuk yapıyordum (gülüyor).
 
Beşiktaş deplasmanda olduğunda ne yapıyordunuz?
Evimizde transistörlü radyolar vardı. Sizler bilmezsiniz, küçük el radyoları... Bizim evde onlardan 50-60 tane kırılmıştır. Oradan maçı dinlerdik, Beşiktaş yenilirse, radyo karşıdaki duvarda olurdu. Genelde yenildiğimiz için, duvarda izi çoktu (gülüyor). Bazen de bilhassa hafta içi olduğu için kupa maçlarında radyoyu okula kaçak götürürdük. Beşiktaşlılar bir araya gelip maç dinlediğimiz için hem çok dayak yedik hem de transistörlü radyo kaybımız oldu. Hem radyo gidiyordu hem de ellerimize kızılcık sopasıyla vurulması ceremesi oluyordu.
 
İlk gittiğiniz maçı hatırlıyor musunuz?
Çok küçük yaşta gittiğim için hakikaten hatırlamıyorum. Ama genel maç günlerinin atmosferini anlatabilirim. Beşiktaş’ta oturduğumuz için, hareket daha evden çıkınca başlardı. Belli yerlerimiz vardı, okuldan ve diğer semtlerden gelen arkadaşlarımızla oralarda buluşurduk. Beşiktaş üzerine tezahürat ve sohbetlerle günümüz devam ederdi. Ayrıca Beşiktaşlılar dışında da arkadaşlarımızla maçlara gidebiliyorduk. Birlikte buluşup, aynı tribünde çok maç seyrettiğimizi de hatırlıyorum. Farklı bir hoşgörü hakimdi. Futbolun endüstriyelleşmesiyle ortaya çıkan maddi imkanlar, kulüp sevgisi adı altında bu işten faydalanmayı kafasına koymuş bir takım insanları da sistemin içine çekti. Bu çok tehlikeli bir şey. Gerçekten kulüp sevgisiyle ve aidiyet duygusuyla hareket eden kesimi, bu davranış biçimi uzaklaştırmaya başladı. Bana göre, yaşanan sorunların sebebi bu. Şampiyonluk iddiamız olmasa da, tribünde olmanın, takımı desteklemenin farklı bir keyifi vardı. Karşılıklı tezahüratların da zeka seviyesi daha farklıydı. Günümüzde yöneticilerin de agresif tavırları var, yorumlar çok sert. Bir mağlubiyetten sonra, sanki dünya savaşı kaybedilmiş, ordular telef olmuş gibi bir hava yaratılıyor. Avrupa’ya baktığınızda, Spor Toto Süper Lig’in bütçesi öyle az bir bütçe değil. En yüksek bütçeli liglerden biri. Ama buna rağmen sürdürülebilir bir başarı elde edemiyoruz. Çok ciddi paralar harcanıyor ve sonraki beş yıl o kulübü krizden kurtarmak için geri çekiyoruz. Böyle tuhaf bir yönetim anlayışımız var. Hakikaten şunu samimiyetle söyleyebilirim; keşke bu mekanizmanın içerisinde gördüklerimi görmeseydim.
 
Peki, yönetici olmaya nasıl karar verdiniz?
İş dünyası içerisinde pek çok görevim var. Makine İhracatçılar Birliği’nin ve Makina Tanıtım Grubu’nun başkanlığını yapıyorum, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin yönetim ve icra kurulu üyesiyim, İstanbul Sanayi Odası’nın meclis üyesiyim, TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyesi’yim. Futbolu ve Beşiktaş’ı çok sevdiğim de herkes tarafından biliniyor. Yönetimde görev alan arkadaşlarımızın teklifiyle bu işin içerisine girdim. Böyle yerlerde yapabileceğiniz bir şey varsa görev almalısınız, yoksa oraları işgal etmenin çok anlamı yok diye düşünüyorum. Biraz önce bahsettiklerimizi düşünürsek, “Acaba bunlar değiştirilebilir mi? Beşiktaş’ın sıkıntılı dönemi, bir fırsata çevrilebilir mi? Kurumsallık, aidiyet duygusu, yeni bir tüzük, sistemli altyapı, sürdürülebilir bir başarı konularında belki bir katkımız olur” diye düşünerek yönetimde görev aldım.
 
Önemli bir katkı hayaliyle göreve geliyorsunuz ve dediğiniz gibi kulüp ciddi sıkıntılı bir dönemden geçiyor... Geldiğinizde karşılaştığınız tabloda en çok sizi şaşırtan ne oldu?
Kulübün hiçbir organizasyonunda ve yönetim mekanizmasında sistematiğin S’sinin bile olmaması, inanılır gibi değil. Baktığın zaman, 120-130 milyon dolarlık dev bütçeli bir kulübün, bakkal dükkanından daha beter bir şekilde yönetildiğini görmek beni dehşete düşürdü. Kendim bizzat görmesem, böyle bir şeye inanmazdım. Kulüp sahiplenilmemiş. Birileri bu mekanizmayı bu şekilde kötü niyetle yapmasa, bilgisizlikle hareket etse bile, o mekanizmayı oraya seçen, kurguluyan mekanizma da bunu algılayamıyor ve göremiyor. Bunun değişmesi kolay bir şey değil. Fikret Başkan, büyük bir cesaretle bu işe atılmış hakikaten. Aynı şekilde Ahmet Nur Çebi de çok büyük mücadele veriyor. Kendi işinde vermediği mesaiyi Beşiktaş’ta veriyor. Yine Tamer (Kıran) arkadaşımız öyle... Sıkı bir mücadele veriliyor. Adım adım Beşiktaş, hedeflenen noktaya çıkarılmaya çalışılıyor. Uzun bir yol var önümüzde. Sadece maddi anlamda değil, Beşiktaş’ın yönetiliş biçimleri, aidiyet duygusu, stadından tutun da genel kuruluna ve tüzüğüne varıncaya kadar hemen hemen her konuda ciddi bir değişim süreci içinde olmamız gerekiyor. Bunları yapmak da, çok ciddi bir yönetim iradesi istiyor. Var olan bir şeyi düzeltmek, sıfırdan yapmaktan çok çok daha zor.
 
Dediğiniz gibi yapılması gereken çok şey var. Ama bununla beraber kulüpten bir de sportif anlamda başarı bekleniyor. Yeniden yapılanma ve stratejik planlama sürecinde bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
Açıkça kendi adıma söylemek gerekirse, “Çok ciddi bir başarı sağlayıp, kurumsallaşma yönünde her şeyi yaptık, oldu” deme noktasında değiliz. Daha bunun epey uzağındayız. Çünkü o değişim süreçleri, çok ciddi dirençler görüyor. Her yerde statüko öyle değil midir? Başka yerlerde de bunları yaşadık. “Hop hop hop hadi değiş” gibi bir şey söz konusu değil. İnsan kaynaklarından yönetici anlayışına kadar pek çok şeyi içeren bir değişim süreci... Bu süreçte henüz daha yolun başındayız. Ama şu var ki, mesela futbolun yeniden yapılandırılmasıyla ilgili bir çalışma yaptık. İddia ediyorum, bu A’dan Z’ye uygulanırsa Beşiktaş Avrupa’nın en iddialı takımları arasına girer. Bu çalışmaların Beşiktaş’a getirdiği başka şeyler de var, belki bu kısmı pek bilinmiyor; tarihsel süreçlere baktığımız zaman hep aynı yüzleri görüyoruz. Sadece kulüplerde değil, iş dünyası örgütlerinde de aynı durum söz konusu. Oysa bu mekanizmalardakilerin bir kısmı, bu işe istekli, arzulu insanlarla sürekli yenilenmeli. 20-30 yıllık süreçlerde aynı yerlerde hep aynı insanları görüyoruz. Bu durum futbol gibi, insanları cezbetmesi gereken bir alanda, bir süre sonra bıkkınlık da oluşturabiliyor. Bu çalışmalarımız, çok genç ve yetenekli, ileride Beşiktaş’a idarecilik yapabilecek arkadaşlar kazandırıyor. Bakın, bu çok önemli. Çalıştıkları kurumları ciddi kazançlara doğru götüren, ciddi projelerle Türkiye’nin ne büyük kuruluşları arasında yer alan firmaları yönetin insanlarla çalışıyoruz. Maalesef “Birileri gelsin, Beşiktaş’a çok para versin. Tanınmış futbolcu alsın. Biz de bağıralım” gibi bir anlayış oluştu. Bütün bu mesajların da değişmesi lazım. Siz Avrupa’daki 24-25 yaşındaki yıldız oyuncuyu Türkiye’ye getiremezsiniz. Ancak bir dönem ciddi paralarla alınmış, Avrupa’da kariyer yapmış ama o kariyeri düşmüş birini getirebilirsiniz. Takıma giremeyen ve kulübün gözden çıkardığı bir futbolcuyu, geçmiş kariyerine bakarak alıyoruz.  Halbuki hep birlikte bunun değişim sürecini sağlayabiliriz. Biz, Metin, Ali, Feyyaz döneminde çok mutluyduk, değil mi? Çünkü o bizim takımımızdı. Günümüzde futbolcu bu sezon bir takımın formasını öpüyor, öbür sezon gittiği takımın formasını öpüyor. Bu kadar endüstriyel olmamalıyız. Bu bize kaybettirir. Avrupa takımlarının bulduğu gençleri, biz gidip bulmalıyız. Altyapımızdaki takımların şampiyonluğa oynaması anlamsız. Onun yerine her sezon 1-2 oyuncunun A takıma kazandırılması önemli. Herkes bu sisteme katılırsa başarılı olabiliriz; muhasebecisinden başkana, A takım antrenöründen çaycısına kadar... Nasıl ki, futbolda topyekun defans, topyekun hücum diyoruz, yönetme anlayışı da böyle olmalı. Şu anda böyle bir irade var, uygulanmaya çalışılıyor. Başkanımız ve diğer arkadaşlarımız da, bunun için ciddi mücadele veriyor.
 
Kulübümüzün iletişim alanındaki çalışmaları konusunda neler söylemek istersiniz?
Kulüp yönetmek gerçekten karmaşık bir konu. Benim yönetici olduğum diğer yerlere benzemiyor açıkçası. Cahili var, profesörü var, akıllısı var, delisi var... Aklınıza gelebilecek her türlü insanın var olduğu bir yer... Dolayısıyla net bir hedef kitleniz yok. Yaptığınız bir şeyi, diğeri reddediyor. Mesela kurumsallaşma üzerine yoğunlaşıyoruz ama bazı insanların hiç umurunda değil, “Bana ne kurumsallaşmadan, şu adamı takıma al, girsin, gol atsın” diyor. Diğeri Beşiktaş’ta işe girmek istiyor, öbürü maç bileti almaya çalışıyor. O kadar farklı görünür ve görünmez istek var ki... Hepsiyle farklı bir iletişim kurmanız lazım. Herkesin hoşnut kalacağı bir sistemi kurmak mümkün değil. İletişim buna oynarsa kaybeder. İletişim deyince çoğu insanın aklına basınla ilişkiler geliyor ama iletişim bu değil. Tedarikçinle, sponsorunla, taraftarınla, medyayla, çalışanlarınla, hepsiyle iletişim söz konusu... Ben iletişimci değilim, Beşiktaş’ta bunu daha profesyonel bir yaklaşımla çözmeliyiz. Bizim yapmamız gereken, bu işi gerçekten bilen, profesyonel insanları getirebilmek. Genel olarak zaten yönetimin, bilfiil bu tür işlerin içinde olması doğru bir yaklaşım değil. Şartlar kötüyken, belirli bir süre aynı şekilde gidersiniz ama şartlar müsait olduğu andan itibaren bu tür yapılar kurulmalı. Zaten bizim organizasyon şemalarımız, her şeyimiz hazır. Buralara zaman içinde çeşitli görevlendirmeler yapılacak. Bir yıl içinde kurumsallaşma operasyonumuzu tamamlayacağız.
 
Son olarak taraftarlarımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Beşiktaş, hakikaten diğer kulüplerden farklı. Beşiktaş’ın hassasiyetleri var. Beşiktaş, kendi emeğiyle, kendi gücüyle bir yerlere gelmeye çalışan, bunun mücadelesini veren bir kulüp. Beşiktaş’ı, endüstriyel futbolun içinde tam olarak yer alan bir kulüp şeklinde algılamamamız lazım. Nasıl ki kulüp, amatör duygusunu kaybetmemeliyse, taraftarların eskiden olduğu gibi aidiyet duygusuyla takımını desteklediği o yapının geri gelmesi lazım. Beşiktaş’tan beklentilerimizi, topun sadece çizgiyi geçip geçmemesi üzerine kurgulamaktan vazgeçmeliyiz. Eğer bunun üzerine kurgularsak, Beşiktaş için de, taraftarlarımız için de iyi olmaz. Bir arada daha çok eğlenmeliyiz. Beşiktaş olarak, farklılığımızı daha net bir şekilde ortaya koymalıyız. Bu bizim kültürümüzde, geçmişimizde var. Asla ve asla da başka bir kulübe öykünmemeliyiz.
 
 
BEŞİKTAŞ DERGİLERİNE ABONE OLMAK İÇİN TIKLAYINIZ: